23 Temmuz 2007 Pazartesi

Galatalılar anahtarı vermişler Fatihe...hala 13 temmuz

Bindiğimiz tramvayla Galata köprüsünün karşısına kadar geçiyoruz. Orada inip Galataya yürüyerek mi çıksak tünelden mi geçsek diye düşünürken, hadi yürüyelim, ara sokakları da kaçırmayız diyorum ben. Ama beni bilenler iyi bilir yön kavramımın sıfırın da altında olduğunu. Asla tutturamam doğru yönü. Bu huyumu bildiğimden ablamı da uyarmıştım oysa ki, ama takıldı benim peşime hiç etrafına bakmadan o da. Ben de aldım onu denize paralel cadde boyunca Galata kulesiyle alakası olmayan yönde yürüttüm. Ama öyle feci yerlerden geçiyoruz ki ben elimde olmadan işkilleniyorum. Tesisat malzemeleri, sususzluğun getirdiği modayla koca koca beyaz plastik su bidonları satılıyor ve adamlar bizi yiyecekmiş gibi bakıyor.
! km. mesafede turistik bir yer olduğuna inanamıyorsunuz. Sonunda haritaya bakmayı akıl ediyoruz ve yanlış yönde yürüdüğümüzü farkedip geri dönüyoruz. Bulduğumuz en uygun sokaktan içeri girip Galata kulesine doğru tırmanışa geçiyoruz. Ama o serin havada hem yokuşların hem de tedirginliğin verdiği stresle ter içinde kalıyoruz. Güya benim amacım arasokaklarda fotoğraf çekmek, kuleye yavaş yavaş yaklaşmaktı. Ne mümkün, kule cart diye tepemize dikiliverdi! Yürüyüş zevk olmaktan çıktı, işkenceye dönüştü.Bir daha maceraya atılmak yok böyle, herkes gibi biz de tünelden geçip, yukarıdan yürüyerek ineceğiz kuleye. Bir daha diyorum çünkü bu seferi saymadık, yukarı çıkamadık çok sıra vardı, tekrar gelicez.
Sanki köyden şehire gelmiş, hatta cehennemden cennete geçmiş gibiyiz. Bu kadar fark olur mu anlayamadım iki sokak arasında. O aşağı caddedeki malzeme satıcılarını taşıyamıyorlar mı başka bir bölgeye? Oranın turistik, insanların rahatca dolaşabildiği yerler olması gerekmiyor mu?
Neyse, biraz dinlendikten sonra İstiklal caddesine doğru yürüyoruz. Müzik evlerinin arasından geçerken, İstanbulun ne enteresan bir şehir olduğunu düşünüyorum. Sürprizlerle dolu olduğu kesin bi kere...
Caddeye varınca bildik kalabalık bizi iyice rahatlatıyor ve tekrar avare gezi stilimize dönüyoruz. Yolumuzun üstündeki iki kiliseye giriyoruz, ama içerisi o kadar banal ve ruhsuz, toz kokulu geldi ki bize, bi şey anlamadan çıkıyoruz. Ne resimler etkileyici, ne ikonalar güzeldi.
Pera Palasta bişeyler içelim, madem buradayız, atmosfere uygun bir yere oturalım diyorum ben, ama gerçekten şanssızım galiba, orası da tadilatta çıkıyor:( Bize de dışarıdan fotoğraf çekmek kalıyor. Yine de buluyoruz avizelerin sallandığı, eski deri koltuklarda şık masalarda çay içebileceğimiz bir yer, ama Ameikan kahvesi içiyoruz:S
Cadde boyunca yürüyerek, pasajlara girip çıkarak, zaman zaman duraklayıp atmosferin tadını çıkararak, alışveriş yaparak Taksim meydanına kadar yürüyoruz ve yolculuğumuzun sonunu eve gidiş otobüsünde uyuklayarak tamamlıyoruz.
Tadı damağımda kaldı İstanbulun.
Bir dahaki seferin planlarını yaptım bile. İstanbul Eylülde de nefis olur...

Hiç yorum yok: