31 Aralık 2007 Pazartesi

mutlu yeni yillaaaaaar

Saat burada 00'30
Biz coktan girdik yeni yila
Ama marifet yeni yila erken girmekte degil biliyorum.
Herkes icin diledigi guzellikte bir yil olsun diliyorum.
Saglik basta gelsin' tum dilekler gercek olsun.
Her sey gonlunuzce olsun.
Sevdikleriniz yaninizda olsun.

Sevgim sizinle olsun

22 Aralık 2007 Cumartesi

tek tek
















Xmas day tatilinde kuzenlerdeydik.
Etrafta yaptigimiz yuruyusten eski Victorian tarzi ev manzaralari bunlar.
Ve aile ve cevre...

St Pouls Anglican Cathedral
Federation Square

20 Aralık 2007 Perşembe

Melbourne’a tepeden bakmak

Bu Pazar günü kuzen Bülent ve kızı Shansel geldiler, hadi dediler city’e gidiyoruz gezmeye. Plansız programsız. Belki de bu yüzden çok güzel oldu.
Ajda, Serra, Şansel, Ekin, ben ve kuzen.
Şehir kaldığımız yerden yarım saat uzaklıkta falan. Eğer tren ya da otobüs kullanıyorsan bir buçuk saate çıkıyor bu süre. Şehirde eskiden Rielto diye bir bina varmış, herkes çıkar ordan seyredermiş şehri. Ama yeni bir bina yapılmış bir sene önce, Skytech adı. Şimdi her gelen turist illaki çıkıyor binanın tepesine.
Bina 88 katlı, daha doğrusu şehri seyretmek için çıktığımız kat 88. kat. Üstünde bir kaç kat daha vardı. Asansör o kadar katı sanırım 10 saniyede falan çıkıyor. Ciddi bir basınç hissediyorsunuz kulaklarınızda. Eski patronumun kulakları çınlasın, evine 2 kat çıkan hidrolik asansör yaptırmıştık, 25 saniyede çıkıyor diye kızıyordu, haklıymış demek. Adam görmüş geçirmişJ
Kulaklarımız patlayacak gibi olduğunda ve vücudumuzdan bir basınç dalgası geçtiğinde anlıyoruz asansörün çalıştığını, bir de ışık hızıyla geçen rakamlardan.
Burada herşey ucuz genelde, doğal sebze meyve ve giriş paraları hariç. Müze, akvaryum, hayvanat bahçesi, seyir binası gibi yerlerin girişleri hele de biraz kalabalıksanız ciddi rakam tutuyor. Bir daha Türkiyedeki müzelere söylenmeyeceğim.
Yukarı çıkıp da yere kadar inen camlardan maket gibi görünen şehre bakınca parayı falan unuttum tabi. Enfes, büyüleyici bir manzara.
Binanın dört tarafına dolana dolana, şehrin önemli binalarına doğru çevrilmiş kocaman dürbünlerle seyrede seyrede gezdik önce. Nehir, etrafına son 10 senede yapılmış modern binalarla çevrilmiş. Daha önceden fabrikalar, depolar, antrepolar varmış ve çok kötü görünürmüş. Zaten tarihi toplam 200 yıllık olan ülkede, şehir de çok yeni. Halamlar ilk geldiği zamanlarda doğru düzgün koltuk, kanepe, kıyafet dahi bulunmazmış. Ama çok hızlı bir ilerlemeyle şu an herşeyi bulmak mümkün hale gelmiş şehirde.
Benim en ilgimi çeken yer Australian Open tenis turnuvasının yapıldığı kortlar oldu. 15 tane falan açık kort, iki tane de kapalı kort var. Neredeyse bizim Sports International da o kadar.Hatta kortların bir kaç tanesinde maç oynanıyordu, biraz seyrettim dürbünle. Eğer fırsatımız olursa Ocakta gelicez maçlara.
Tenis kortlarının hemen yanında yüzme tesisleri var. Bu dalda da iddialı Australia.
Ve şehirde ciddi büyüklükte alanlar işgal eden parklardan birinin içinde bulunan kocaman bir Anzak anıtı. Oraya da gitmeyi koydum kafama.
Yukarıda gezerken caddelerin ve köprülerin isimlerini, bazı binaları ben söyledim yine Bülent abime. Harita merakım sayesinde yön kavramım da gelişiyor artık. Eskiden en zorlandığım konuydu yönler ve ölçekler. Şimdi yavaş yavaş öğreniyorum.
Sonra binanın en özellikli ve ilginç kısmına geliyoruz.
2x3 m. Ebadında camdan yapılmış bir odaya giriyorsunuz. Cam buzlu cam, yeşilimsi renkte, girince hiçbir yer görünmüyor. Sonra acaip bir gürültüyle oda binadan dışarı kaydırılıyor. Yani enine hareket eden asansör gibi. ^m.lik hareket tamamlanınca korku filmlerindeki gibi bir müzik-ses çıkıyor. Ta ta ta taaaaaam gibi bir efektin sonunda buzlu cam birden şeffaf cam haline geliyor. Yan duvarlar ve ayaklarınızı bastığınız yer cam düşünün. Birden bire altınızda 88 katlık bir boşluk var ve siz havada asılısınız. Çok eğlenceli ve heyecan vericiydi.Ajda ve Serra korktular, bir yandan gülüp bir yandan yanlara kaçıyorlardı. Onlar öyle yaptıkça camın üstünde koşturup duran Ekin de korkmaya başladı. Odadan çıkmadan önce toplu fotoğrafımızı çekiyor tavandaki kamera, dışarı çıkınca isteyen alsın diye. Tam fotoğraf çekilirken ekin korkup başını gömdü kucağıma, şanssızlık işte.
Camın birden bire şeffaflaşmasının sırrı camlara elektrik verilmesiymiş. Çok kalınmış camlar biz göremiyorduk gerçi. Mesela Bülent abim dışardan bizim fotoğrafımızı çekmiş, bulanıktı ama biz heryeri yansıma olmaksızın, ve mercek gibi küçültüp büyütmeden çok net görebildik.
Çok nefis bir deneyimdi.
Aşağı inip Crown Casinoda birşeyler yedikten sonra hemen önünden tekneye binip Yarra Riverda gezdik.
Melbourne’da dünyadan göçmen işçi alınan yıllarda işçiler flat denilen apartmanlara yerleştirilmiş. Sonra o insanlar diğer Oziler gibi para kazandıkça şehrin dışındaki bahçeli evlere taşınmışlar. Uzun süre şehirde işyeri dışında hiç bir bina yokmuş. Şimdilerde insanlar tekrar şehirlerdeki site tarzı, altında sosyal ve spor tesisleri olan konforlu apartmanlara taşınıyorlar. Rezidans tarzı yapılan, son derece lux bu apartmanların çoğu nehir kenarında. Fiyatlar dudak uçuklatan cinsten. Çoğunun son bir kaç katı penthouse tarzı yapılıp kocaman lux konutlar oluşturulmuş. Manzaraları müthiş. Nehir ve kocaman yeşil parklar. Binalar da son derece modern. Tüm bu binalar şehri modern ve etkileyici yapmış.
Australiada Amerikan futboluna benzeyen ama değişik kuralları olan soccer çok meşhur. Tabi kriket ve golf de öyle. O kadar ki adım başı acaip büyüklükte golf sahaları var. Tabi okyanus kıyısında olmanın verdiği avantajla surf de en çok yapılan spor. Surf yapmayan genç yok. Hatta burada bikini giyen de pek yok, illaki bikini üstünün altına surf mayosu giyiliyor. Satılırken de takım olarak satılıyor. Biraz da ozon tabakasının delik olmasından kaynaklanıyor olabilir. Hatta burada güneş kremleri bidonla satılıyor ve 30 faktör falan. Çok dikkat ediyorlar güneşe. Ama delik büyük ölçüde kapanmış. Gerçi herşeyi o kadar bol harcıyorlar ki su yasağı olmasına karşın tasarruf denilen bişey yok. Ama bahçesini izin verilen saat dışında sulayana ceza 6000 dolar. Araba yıkamak kovayla bile yasak. Mutlaka araba yıkama yerlerine götürmek zorundasın. Üstelik de burada bizdeki “aman ayıp olur” kültürü olmadığı için 40 yıllık komşun çok rahat bir şekilde şikayet edebiliyor. Dikkat etmek şart yani.
Nerden nereye geldim. Diyecektim ki soccer oynanan Telstra Dome denilen stadyumun önünden geçerken Bülent abimin anlattığına göre soccer eskiden en sevdikleri futbolmuş. Ama geçen yıl dünya kupasına katıldıktan sonra özellikle, bizim bildiğimiz futbol şu anda çok moda. Hatta Ajda dedi, seni futbol maçına götüreyim diye, aman dedim eksik kalsın! Burda insanlar yeni merak deli gibi futbol maçına gidiyorlar. Hatta çoğu zaman stardyum çevresindeki kalabalık yüzünden trafik kilitlenirmiş şehirde.
Nehirdeki tekne gezintisinin ardından eve dönüyoruz. Herşey çok güzel, modern ama en eski tarihi köprüleri mesela 1889 yılından kalmaydı. Yani şehirde ruh yok. İstanbul bir kere daha özletti kendini. İnsanların orayı neden bu kadar sevdiklerini anlıyorum, boğazın güzelliği yok bence hiçbir yerde. Eskiyle yeninin oluşturduğu tezat, baharat ve deniz kokusunun karışımı, gökdelenlerle cami minarelerinin yanyana görüntüsü...
Akşam yemeği için cuzi bizi Frankstonda deniz kenarında bir restorana götürdü. Hayatımda bu kadar hızlı servis ve bu kadar ilgili personel görmedim. Üstelik de çok çok ucuzdu. Ne olduğu dekorayonundan hiç anlaşılmıyordu ama yemeklere bakınca İtalyan restoranı olduğunu anladık.
Bir kişilik servisle çok rahat 4 kişi doyabildiğinden her şeyden ikişer adet aldık ve sonunda 3 paket yapmak zorunda kaldık. O kadar bol ve o kadar ucuz!
Spagetti, risotto, ravioli, sarımsaklı ekmek ve deniz ürünleri tabağından oluşan menümüz de acaip lezzetliydi.
Yemeğin ardından deniz kenarında kumlarda yaptığımız yürüyüşle günü noktaladık. Yorucu ve doyurucu bir gündü.


Australian Open Tenis turnuvasının yapıldığı kortlar

Yesh its for u