27 Temmuz 2007 Cuma

çıtırım çerezim çiçeğim böceğim

Ekinin resimlerinin her hakkı saklıdır, izinsiz kullanılamaz, kötü amaçlarla hiç kullanılamaz, nazar değenin de gözü çıksın...





























































































23 Temmuz 2007 Pazartesi

23 temmuz, seçimin ertesi sabahı

Sayfalarca seçim geyiği yapmayacağım, bilen biliyor ne denli üzgün olduğumu...
Ama oy veren herkes hakediyor çektiklerini, sadece onu diyebilirim. Ve Deniz Baykalın oturup düşünmesinin, ben naptım bu memlekete demesinin zamanının geldiğini...
Sabaha kadar hem çizdim, hem kitap okudum, hem seçim sonuçlarını izledim, hem de sıcaktan piştim.
Sabah Ekinle okula giderken aşağıda iki adam bekliyordu. Ekini ayy kuzu, kuzu diye sevdiler. Adamlar sigara içtiği için ters ters bakarak geçmiştim yanlarından oysaki. Ama Ekin benim yerime cevabı yapıştırdı:
Ben kuzu değilim ki yaa, me me mi diyorum , ben konuşuyorum...:)) süpersin sen Ekin!
Biz yolda giderken Ekinle hep bayrak bulma yarışı yaparız. Tabi bu aralar etrafta o kadar çok ve çeşitli bayrak vardı ki, Ekin de mecburen seçimi, oy vermeyi, parti bayraklarını, partilerin amblemlerini öğrendi. Hatta oy vermeye gittiğimizde uyuduğu için çok üzüldü, ben de oy verecektim dedi. O da akşam evde bir kağıdı katlayıp katlayıp götürmüş bir yerlere tıkmış (hala bulamadık oy sandığı neresi) geldi yanımıza ben oy verdim diye:)

Galatalılar anahtarı vermişler Fatihe...hala 13 temmuz

Bindiğimiz tramvayla Galata köprüsünün karşısına kadar geçiyoruz. Orada inip Galataya yürüyerek mi çıksak tünelden mi geçsek diye düşünürken, hadi yürüyelim, ara sokakları da kaçırmayız diyorum ben. Ama beni bilenler iyi bilir yön kavramımın sıfırın da altında olduğunu. Asla tutturamam doğru yönü. Bu huyumu bildiğimden ablamı da uyarmıştım oysa ki, ama takıldı benim peşime hiç etrafına bakmadan o da. Ben de aldım onu denize paralel cadde boyunca Galata kulesiyle alakası olmayan yönde yürüttüm. Ama öyle feci yerlerden geçiyoruz ki ben elimde olmadan işkilleniyorum. Tesisat malzemeleri, sususzluğun getirdiği modayla koca koca beyaz plastik su bidonları satılıyor ve adamlar bizi yiyecekmiş gibi bakıyor.
! km. mesafede turistik bir yer olduğuna inanamıyorsunuz. Sonunda haritaya bakmayı akıl ediyoruz ve yanlış yönde yürüdüğümüzü farkedip geri dönüyoruz. Bulduğumuz en uygun sokaktan içeri girip Galata kulesine doğru tırmanışa geçiyoruz. Ama o serin havada hem yokuşların hem de tedirginliğin verdiği stresle ter içinde kalıyoruz. Güya benim amacım arasokaklarda fotoğraf çekmek, kuleye yavaş yavaş yaklaşmaktı. Ne mümkün, kule cart diye tepemize dikiliverdi! Yürüyüş zevk olmaktan çıktı, işkenceye dönüştü.Bir daha maceraya atılmak yok böyle, herkes gibi biz de tünelden geçip, yukarıdan yürüyerek ineceğiz kuleye. Bir daha diyorum çünkü bu seferi saymadık, yukarı çıkamadık çok sıra vardı, tekrar gelicez.
Sanki köyden şehire gelmiş, hatta cehennemden cennete geçmiş gibiyiz. Bu kadar fark olur mu anlayamadım iki sokak arasında. O aşağı caddedeki malzeme satıcılarını taşıyamıyorlar mı başka bir bölgeye? Oranın turistik, insanların rahatca dolaşabildiği yerler olması gerekmiyor mu?
Neyse, biraz dinlendikten sonra İstiklal caddesine doğru yürüyoruz. Müzik evlerinin arasından geçerken, İstanbulun ne enteresan bir şehir olduğunu düşünüyorum. Sürprizlerle dolu olduğu kesin bi kere...
Caddeye varınca bildik kalabalık bizi iyice rahatlatıyor ve tekrar avare gezi stilimize dönüyoruz. Yolumuzun üstündeki iki kiliseye giriyoruz, ama içerisi o kadar banal ve ruhsuz, toz kokulu geldi ki bize, bi şey anlamadan çıkıyoruz. Ne resimler etkileyici, ne ikonalar güzeldi.
Pera Palasta bişeyler içelim, madem buradayız, atmosfere uygun bir yere oturalım diyorum ben, ama gerçekten şanssızım galiba, orası da tadilatta çıkıyor:( Bize de dışarıdan fotoğraf çekmek kalıyor. Yine de buluyoruz avizelerin sallandığı, eski deri koltuklarda şık masalarda çay içebileceğimiz bir yer, ama Ameikan kahvesi içiyoruz:S
Cadde boyunca yürüyerek, pasajlara girip çıkarak, zaman zaman duraklayıp atmosferin tadını çıkararak, alışveriş yaparak Taksim meydanına kadar yürüyoruz ve yolculuğumuzun sonunu eve gidiş otobüsünde uyuklayarak tamamlıyoruz.
Tadı damağımda kaldı İstanbulun.
Bir dahaki seferin planlarını yaptım bile. İstanbul Eylülde de nefis olur...

HAGIA SOPHIA

Kutsal Bilgelik anlamına geliyormuş Hagia Sophia. İlk adı ise "Ha Megala Ekklesia." Yani "Büyük Kilise. Ama hristiyanlıkta yapının kadına adanması yani dişil prensip için Sophia kelimesi sonradan eklenmiş. Sophia aynı zamanda da bilgelik, hikmet demek, ve İsa mesihin bir adı.
Sanırım Ayasofya hakkında birazcık bilgisi olan herkes biliyordur ki, bu Ayasofya ilk Ayasofya değil. Yapı ilkönce dikdörtgen ahşaptan yapılmış bir bazilikaymış, ayaklanma sonucu yakılıp yıkılınca yerine daha büyük başka bir kilise yapılıyor. O da yıkılınca son olarak İmparator Justinianus tarafından 560 lı yllarda 3. kilise yapılıyor. Müzenin girişinde soldaki koyun kabartmaları bu kiliseden kalma. Daha fazlasını araştırmaktan vazgeçiyorlar Ayasofyanın temellerine zarar vermemek için.
Ayasofya patrikhanenin kilisesi değilmiş, yani bir ibadet kilisesi değil, sadece imparatorun tac giyme kilisesiymiş.
O zamanlar savaşlarda ganimetler paylaşılırken imparatorun
malı imparatora, kilisenin malı kiliseye geçermiş kim kimi yendiyse. Bu yüzden burası direk Fatihin malı olmuş. Yalnız bir şart varmış, kutsal bir yeri alabilmek için sembolik bir para ödenmesi gerekirmiş, Fatih de bu parayı ödeyip sahibine, almış kiliseyi.
Hristiyanlıkta kilise ana rahmi gibi düşünülürmüş. Dış narteks döl yatağı, kilisenin içi rahim, en dipteki İsa ise ceninmiş. Bu yüzden hristiyanlar kiliseye her girdiklerinde yeniden doğduklarına inanırlarmış, dışarıda farklı hristiyan, içeride farklı hristiyan olmalarının nedeni buymuş. Ayasofyaya girişte soldan sağa boylu boyunca uzanan bir mermer koridor var. Tam ortadaki kapı imparatorluk kapısı, kapının üstünde bir mozaik var.Kapıların iki yanında da askerlerin nöbet tutmasından mermerler çukurlaşmış, İçeri girince mekanın heybeti karşısında etkilenecekken ortada heyula gibi dikilen guya kubbenin yıkılmasını engelleyen demir yığını yüzünden ikilem içinde kalıyorsunuz. İskeleyi görmezseniz, acaip etkileniyorsunuz. Ama hem iskele hem de ortadaki sergi pavyonu etkiyi azaltıyor. Ayasofyanın müze olduğunu bir an unutmuştum, Mevlana sergisini ve üst kattaki Ayasofya iç mekan fotoğraf sergisini görünce, aa evet buranın işlevi bu tabi dedim kendi kendime:)
İmparatorun tac giyme yeri de tadilatta, o yüzden onu yukarıdan görebiliyoruz ancak.Yukarıya çıkmak için bir rampayı tırmanıyoruz. Söylenene göre askeri malzeme taşıyabilmek için burası merdiven yerine rampa yapılmış.Yukarıda cennet ve cehennem kapısı denilen bir yerden başka bir mekana geçiliyor.
Yukarısı kadınların ibadeti için ayrılmış. Duvarlara asılan Allahın, peygamberin ve dört halifenin isimlerinin yazılı olduğu levhalar Osmanlı döneminden kalma. Ayasofyanın en güzel yanlarından biri de mozaikleri. Altın rengi mozaikler padişah tarafından hem dine saygıdan dolayı hem de korunması amacıyla alçı sıvayla kaplanmış. Günümüzde bu sıvalar temizlenebildiği kadarıyla temizlenmiş, altından enfes mozaikler çıkmış. Ama hepsi yarım. Üst kattaki moziklerden biri İsa, Meryem ve Vaftizci Yahyaya ait. Gerçi papalık uzmanı birinin söylediğine göre bu mozaik hristiyanlar için kritik bir anlam taşıyor çünkü üç figürün de boyları aynı, halbuki İsanın diğerlerinden üstte çizilmesi gerekirmiş. Ayrıca İsa hiçbir diğer İsa tipine benzemiyor. Yani burası tüm hristiyanlar için kutsal bir yer ama hac yeri de değilmiş.Diğer mozaiklerde ise kiliseye bağış yapan imparator ve karıları resmedilmiş. Parayı veren düdüğü çalar hesabı.
Tekrar alt kata inmeden fotoğraf sergisine de bir göz atıyoruz. Mevlana sergisi de gerçekten müthişti, semazenlerin dönmesinden esinlenilerek sanırım, döne döne geziyorsunuz sergiyi, ve çok güzel şeyler öğreniyorsunuz. Bir Konyalı olarak hala bilmediğim şeyler olduğunu gördüm sergiyi gezerken.
Savaş kapısı denilen kapıdan çıkarken karşıya konulan ayna sayesinde kapının üstündeki mozaiği de atlamıyoruz, bu çok hoş bir düşünce olmuş.
Dışarıya, gerçek hayata dönüyoruz, sırada Topkapı sarayının ön bahçesi var, saraya bu sefer girmeyeceğiz, gerçi şimdiye kadar hep aynı rutinde gezdim, bu sefer kitapla gezecektim ama burayı da elemek zorundayız.
Aya Iriniden dışarıya prova yapan orkestranın sesleri geliyor, yeşil bahçede hoş bir dinginlik hissi var. Darphanenin kenarındaki kapıdan arka sokağa çıkıyoruz. Darphanede de çok görmek istediğim bir sergi var, ama malesef hepsini aynı günde yapmamız imkansız.Soğukçeşme sokağının yanından geçip gidiyoruz, çünkü orayı da bir kaç defa gezmiştim daha önceden. Aslında şimdi girmediğime üzüldüm çünkü fotoğraf çekmek çok zevkli orada, ve benim elimde dijital fotoğraflar yok Soğukçeşme sokağına ait. Neyse, gün bitmedi, yine gideriz:) Çok zevkli bir yer o sokak, gitmeyenlerin kesinlikle görmesi gerekiyor, Topkapı sarayının tam arka duvarında, eski Türk evleri restore edilmiş, restoran, otel olarak hizmet veriyorlar.Bugünlük Sarayburnunda işimizi tamamlıyoruz. Sırada Galata Kulesi ve İstiklal caddesi var.


19 Temmuz 2007 Perşembe

antik merkez, Istanbul 13 temmuz

İşte 2 tarih meraklısı kafadar:)
Sabah yine vapurla Eminönüne geçip, tramvayla Sultanahmet meydanına gelerek başlattık tarih gezimizin ilk etabını.
Romayı bir günde gezebilmiştik ama burayı bitiremeyeceğiz malesef. Gerçi Romada da gezmeye kalksaydık detaylı bir şekilde, orası da bitmezdi. Ama İstanbula tekrar gelebileceğim için bazı bölümleri sonraya bırakıyorum. Mesela Balattaki Kariye Müzesi, Bulgar Kilisesi ve çevresindekiler başka bir sefer gezilecek. Surlar, eski Bizans saray kalıntıları yine başka bir gezi konusu. Anadolu yakasındakileri baştan iptal ettik ama hem Anadolu hem Avrupa yakası kıyı gezisi de yapacağım birdahaki sefere.
Şimdiye kadar Topkapı sarayını belki 6 kez, Dolmabahçe sarayını 3 kez, Yerebatan Sarnıcını, Yıldız parkındaki köşkleri birer kez, bazı müzeleri birer kez gezmeme karşın hep dağınık dağınık oldu bu geziler.
Bu sefer düzenli bir tur peşindeyiz, ama vakit ne kadarına yetecek bilinmez tabi.
Tramvay, Sultanahmet durağına gelmeden az önce köşeyi dönerken bir su kulesinin yanından geçiyor. Bu kule eski Bizans döneminde zafer kapısı olan Milliondan kalma bir parçaymış ve yanlış hatırlamıyorsam yol mesafeleri buradan ölçülürmüş. Sultanahmet meydanı Bizans döneminde at yarışlarının yapıldığı hipodromun olduğu yer. Battal Gazi kitap serisini okuyanlar iyi bilirler, çok adı geçerdi o kitaplarda hipodromun. Bin yılı aşkın süre Bizans kentinin merkezi olmuş bu hipodrom, sonraları ortaya şimdiki dikilitaşı ve sütunları koydurmuş imparator, kent güzelleşsin diye. Hipodrom yıkılınca da geriye sadece bu anıtlar kalmış. Romadaki gibi burada da dikilitaşımız çıkıyor gezimizin başında karşımıza:)3 adet dikilitaş var burada. Birinin üzerindeki hiyeroglifler gayet net, biri demirden yapılmış kıvrıla kıvrıla çıkan şimdi yılan başlarının kayıp olduğu yılanlı sütun, diğeri de taştan örülmüş, zamanında üzeri tunçla kaplı olan ama haçlı seferleri sırasında tunç levhaların söküldüğü söylenen örme sütun.
Sultanahmet meydanının olduğu yerde eskiden büyük saray varmış, kolonlu çok büyük bir avlusu olan saraydan günümüze kalabilmiş mozaikleri görmek için caminin arka tarafındaki arastadan girilebilen mozaik müzesine gidiyoruz. Arastada tipik turistik mallar satılıyor;halı, kilim, deri, boncuk vs. Çok otantik bir havası var, ama küçük. Müze de terk edilmiş gibi, bizden başka sadece bir çift daha vardı koca müzede, düşünün yani. Ama mozaikler çok güzeller, hele ki yapıldığı zamanı düşününce büyüleniyorsunuz, o kadar küçük taşlarla öyle güzel gölgelendirmeler falan yapmışlar ki. Hristiyanlık öncesi çağa aitlerdi sanırım çünkü hiç bir dini motif yoktu. Sadece hayvan ve insan figürleri. Keçi ayaklı pan ve flütünü gösteren mozaiği özellikle arayıp bulduk, ilgimizi çektiğinden. ayrıca duvarlarda mozaik müzesinin nasıl oluştuğunu, arkeolojik çalışmaları, mozaiklerin anlamlarını, eski sarayın planlarını açıklayan çok güzel çerçevelenmiş yazılar vardı. Zaman yetersizliğinden çok hızlı okumak zorunda kaldık ama yine de çok aydınlatıcı oldu. Ben görmedim ama Harika hem Zeugmayı hem de Antakyadaki müzeyi görmüş, Buna rağmen çok etkilendi mozaiklerden.
Sultanahmet Meydanı adını 6 minareli heybetli Sultanahmet camisinden, o da Sultan 1. Ahmetten alıyor. Söylendiğine göre padişah altın kazmayla caminin temelinde çalışmış. Şansımıza tam cuma namazı vakti olduğundan caminin içine giremiyoruz. Avluya girip bir kaç kare fotoğraf ancak çekebiliyoruz.
Meydanin yaklasik yüz yil önceki halini 8 Ocak 1939 tarihli Aksam gazetesinde Sermet Muhtar Alus soyle anlatmış: “Ayasofya’nin dis avlusundaki caddenin karsisindaki sira sira kahvelerde iskemle çürütenlerin hemen hepsi de yobaz güruhu ve ipsiz sapsizlardi. Sultanahmet Meydani’nda park, tarh, yesillik, parmaklik ne gezer?.. Önünde salas bir çati, adi Millet Bahçesi. Karsisindaki tas mektep de inas rüsdiyesi. Bacak kadar yavrucuklar baslarinda basörtüler, sirtlarinda yeldirmeler, ellerinde gergefler, tasinip dururlardi.”Alman Imparatoru II. Wilhelm’in Istanbul’u ziyareti anisina insa edilen çesmenin, 1901 yilindaki açilis için yapilan düzenlemesinde, Sultanahmet Meydani agaçlandirilir. Bu agaçlarin dallari 1919 yilinin 23 Mayis günü kirilma tehlikesiyle karsi karsiya kalirlar. Elbette bir bahar gününde dallari tehdit eden kar yagisi degildir. O gün, on binlerce Istanbullu, Izmir’in isgalini protesto etmek üzere Sultanahmet Meydani’nda toplanmistir. Agaç dallarina dek meydanin her yerinde igne atsan yere düsmez bir kalabalik vardir. Kürsüde konusan da Halide Edip Adivar’dan baskasi degildir. Meydan, emperyalizme karsi Istanbul’daki ilk mitinge kollarini açmis olmasiyla da tarih sayfalarindaki essiz yerini almistir.
Sultanahmet camisinden ayrılıp Ayasofyaya yönleniyoruz, öğle yemeğimiz meydandaki mısırcıdan aldığımız haşlanmış mısırlar:) Her zaman favorim olmuştur.
Ayasofya...
O kadar çok söylenecek şey var ki Ayasofya hakkında. Ben en iyisi ona ayrı bir başlık açayım, bu yazıyı da kilometrelerce uzatıp canınızı sıkmayım.

ISTANBUL 11-12 Temmuz

İstanbul herkes için farklı anlamlarla doludur.
Kimi trafiğinden, kimi karmaşasından, kimi sıkıntısından şikayet eder ama herkes mutlaka sever İstanbulu ve hatta orada yaşayan onsuz yapamaz.
Bense İstanbulu sadece gezmek için sevenlerdenim. Yaşamak için şartlarım çok olduğu için, gezmek yetiyor bana.
Romayı gezerken özellikle, İstanbula benzer yönlerini farkedince kızlarla kesinlikle İstanbulu da böyle gezmeliyiz diye konuşmuştuk. Bu yüzden tatile çıkmadan Dost yayınlarının Türkiye rehber kitabını edindim öncelikle. Bence bu kitapla nereyi gezerseniz gezin büyük bir zevk haline geliyor. Bundan sonra gittiğim her yer için alacağım mutlaka.
Harikayla cuma gününü antik kent merkezi gezisi için ayırdık gitmeden.
Çarşamba günü kumdan heykeller sergisine gittik, benim daha önceden internette diğer yerlerde gördüğüm sergilerde çok daha ince heykeller yapılmıştı, ama bunlar da fena değildi. Konuları çok enteresandı ama. Mesela körler ülkesinin İstanbulun Anadolu yakası olduğunu orada öğrendim. Tabi onlar bişey anlatmıyordu, sadece körler ülkesi heykeli vardı ama ablam anlattı bize efsaneyi. İstanbulun güzelliğini görmeyecek kadar kör oldukları için Anadolu yakasına yerleşmiş insanların hikayesiymiş.
Ekinle Ata kumdan heykeller sergisine kendi eserleriyle renk katmak istediklerinde neden durduruldular anlayamadık bu arada?
Perşembe günü için kendime gezi programı yaptım ve büyük bir azimle sabahın 9 unda yola çıktım.
Ekin, Ekini taşımak için bir puset, gülle gibi bir çanta(çocukla yola çıkanlar bilir) ve ben.
Ataşehirden önce Üsküdara, oradan vapurla Eminönüne gittik ilk olarak. Sonra 2 saatlik boğaz turu yapan teknelere bindik, onun kalkmasını beklerken Galata köprüsündeki balıkçılarla sohbet edip tuttukları balıklara baktık önce. Sonra kızımla beraber bindik tekneye, başladık mis gibi deniz kokan yolculuğumuza. Şansıma 1 yaşından beri bebek arabasına oturtamadığım Ekin, puset ona çok enteresan geldiği için kalkmadı hiç yerinden. Aynı açıdan da olsa bir sürü fotoğraf çektim. Sarayın, Galata kulesinin, surların, deniz fenerlerinin hikayesini kızıma anlata anlata, onunla sohbet ede ede, fotoğrafları çeke çeke, yalılara hayran kala kala, oralarda yaşayanları, efsane olmuş hayatları düşüne düşüne tamamladık gezimizi.
Turun sonuna doğru Ekin uyuduğu için inince mecburen oraları gezmek durumunda kaldım.
Ama çok güzel oldu. Tahtakale, Mısır çarşısı, Yeni cami civarını gezdim saatlerce. Baktım Ekin uyanmıyor bir de Beyoğluna gideyim dedim. Galata köprüsünü geçip altgeçitten tünele, oradan İstiklal caddesine geçtim. Bütün bu yürüyüşler boyunca hiçbir alt geçitte engelliler için düşünülmüş herhangi bir çözüm olmadığı için çoğunda da kimse yardım etmediği için Ekinle beraber arabayı taşımak zorunda kalmak beni mahvetti ama ben yılmadım! Gezme uğruna neler yapabileceğimi kanıtladım:) İstiklal caddesinde keyifle yürürken nihayet uyandı bebeğim, herhalde araba tıngır mıngır sallar iken keyifli geldi uyumak ki, bütün sese ve gürültüye rağmen 3.5 saat uyudu yercücesi.
Yine arabasından inmeden köfteciden aldığım köftelerini geze geze yediğinde biz de Taksime gelmiştik. Yine dimdik merdivenleri oflaya puflaya indim metronun, indiğimde öğrendim ki asansörü varmış buranın:( Böylece son şansımı da kaybetmiş oldum. Metroyla Kanyona gidip oranın nefis serinliğinde dondurmamızı, mısırımızı yedik. Ardından da Wagamama'da noddleımızı.
Kanyon sanki insanlar alışveriş etsinler diye değil de gezsinler, yesinler, içsinler diye yapılmış bir yer, ama çoook güzel bir yer.
Arkadaşımla otururken kuzenim de geldi, hep beraber yemeğimizi yiyip, Ekini onu çok özleyen amcasına emanet edip, kuzenimin Leventteki evine gittik.
Bunları neden bu kadar ayrıntılı yazıyorum biliyor musunuz? İstanbulda bir gün boyunca ne kadar çok yere hem de çocukla gidilebileceğini kanıtlamak için:)
JJ in çikolata kursunda öğrenip de bize yaptığı çikolatalarla günün yiyecek defterini kapattığımda saat 9:30 olmuştu. Yine Kanyona metroyla gidip Bülent ve Ekinle buluşup, Mecidiyeköye taksiyle gidip oradan Bostancı otobüsüne bindik. Taksi çok güzel bir çözüm olacaktı gecenin bu saatinde ama İstanbul taksicileri sağolsun en ufak bir şekilde yabancı olduğumu anlar anlamaz illaki dolaştırıyorlar. Bu yüzden ve ekin de arabaya yapışıp kaldığı için otobüs bize daha uygun geldi.
İlk defa senelerdir bu kadar rahat trafik görüyorum İstanbulda ve bu kadar az nem. Bu da gezimize ayrı bir güzellik kattı tabi.
Yolculuğun son etabı Ekin arabada uyuyup kaldığı için mecburen Ataşehir dolmuşu oldu. Ekini indirip taksiye koysam, bu arada puseti kapatmaya çalışsam, ya bu arada kızımı alır kaçarsa dşüncesi bana öyle bir güç verdi ki, üst geçitleri de içimde kalan bu son güç kırıntılarıyla, arabayı yüklenerek çıkabildim. 20 dakika beklediğim dolmuş bile benim canımı sıkamadı çünkü dolu dolu ve süper güzel bir gün geçirmiştim.
Eve vardığımda saat 11:30 olmuştu gece. ayağım 5 yerinden birden patlamıştı, ama mutluydum:)

Burası da Ekinimin okuyacağı okul işallah. Şu otele de bayıldımmm








Nefis İstanbul manzaraları size...